GZone Dergi’nin film ve dizileri queer açıdan okuyan yazarı Recep Özdaş, Kasım 2017 sayımız için tüm dünyada ilgiyle izlenen Netflix dizisi Stranger Things’i farklı bir bakış açısından değerlendirdi.
İşte bu yazı:
Bu yazı dizinin ilk sezonu ile ilgilidir
Çocukluk queer ideale en yakın yerdir. Bir tür yoldaşlıktır çocukluk, yoldan çıkmış bir yoldaşlık. Çocuk duygusuyla en zalim akran şakasını yaparsınız, yine en korumacı duygularla dışarda kalanı kucaklarsınız. Toplumsallaşmaya en yakın ve en uzak bir tuhaf şey işte çocukluk. Herkes çocukluğunun içerisinde kendine yer açamaya çalışır ama en çok da kendinden uzaklaşır. Bu makas ilerde dönüşeceğimiz şeyi belirler biraz. Buna büyüme sancısı, hayalleri doğurmak falan da denebilir.
Kaçılan ve büyümeye çalışılan yerlerde ise ilk durak annedir. Anne her şeyi bilir, asla söylemez ama her an her şeyin farkındadır. Hepimize çok yakın bir duygu bu. Dolaptan çık ya da çıkma, annenin sandığından doğduğun o gün çoktan çıkmışsındır sonuçta, saklı kalamazsın!
Bu öngörülerle Stranger Things’i izlerken iki farklı kanal yakalamak mümkün. Biri duygular, arkadaşlıklar, annelikler ve çocukluklarla bezeli dizi senaryosu. Diğeri ise ben bu dizinin popülerliğinde nerde dururum sorusu. Nitekim ortalığı kasıp kavuran bu dizinin “abi herkes izliyor, ele ayağa düştü, ben izlemem” gündeminde bir ortak dostluk da bulunabilir, içeriğe ve izleyenlerin oluşturduğu çevrime dair queer anlamlar da. Yine iki yol belirdi.
Önce ikinci çevrimden başlayalım; herkesin yaptığını yapmama, izlediğini izlememe refleksinden. Ben de instagram storylerimde Stranger Things jeneriği kusmaya başlamışken aynı refleksle düşündüm açıkçası. Sonra da “olsun izleyeyim” dedim. Aynılaşarak farklılaşmak da mümkün sonuçta. “Burada politik bir cool-luk yakalamak olası” dedim. Hem 80’ler estetiği, elektrik görsellik, neon jenerik ve synth ritimler içinde bir çocuk dünyası izlemek ne kaybettir ki?
Bu çevrimi atlayıp, diziyi izlemeye başlayıp, ters dünyaya düşünce de strange kelimesinin anlamları senaryo boyunca esnemeye başladı. Weirdo, queer, faggot… Dışlanmışlar, köşedekiler, beridekiler, canavarlar, kara kutudan çıkanlar ve öteki dünyanın kahramanları sırayla saflarını aldılar. Peki, bu saflaşma kamplaşmaya dönmeden (ki ikinci sezon buraya evrildi bence) strange izleyici queer neler gördü?
Soğuk savaş, coca-cola ve iki kutuplu dünyada sıkışanların kendi imkânlarını zorlayabileceğini gördü. Komünist hayaleti her an hortlatırım söylemi ve korkusuyla iş başında olan batılı devletleri, bu devletlere taşıyıcılık eden psikiyatri gibi bilimleri ve modern kurumların içi boşluğunu gördü. Televizyonu, hedonist kuşağın bilinmeyen beklentilerini, MTV kültürünü, punk’ın ümitlerini, depresyonu, depresyonla tanışan dünyada artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını, içsel parçalanmayı, metafiziğin bizi gerçek-ten ayırmak için ne çok uğraştığını gördü. Tüm bu uğraşlar neticesinde ise metafizik ve bilimum parapsikolojik söylencenin bizi gerçeğe çivilediğini gördü. Bi anlamda queerleşirken miras aldığımız son 30 yılın imgelerini izledi seyirci. Ve keşke düşüncenin gücü, mesela fikrin büyüsü, bu dizideki gibi maddeleşse, her şey dizideki katılaşma ve buharlaşmalar (demogorgon, hayalet canavar, zihin kontrolcüsü vs.) gibi eyleme dökülebilse dendi.
Sanırım dizinin en elle tutulur queer yanı da bu oldu: izleyenin hayal dünyasını gerçeğe çivilemek. Uçmak (literally) ve gerçekten uzaklaşmak konusunda çok arzulu bir topluluk olan queere uçarak gerçeği görebileceğimiz bir zemin sunduğu için dizi, tüm bu tuhaf şeylere sarıldık. Tuhaflıklarımızla sahip çıkmamız gerekiyor hissi yayıldı, o tuhaf duman gibi.
Gerçek olan buydu işte. Küçük bir kıza numaradan bi ad (11) vererek çağıran, numaranın üzerinde tahakküm kuran bir sistemden, dostlarının ona El diyebileceği bir naif sosyalliğe, çocukluğa ulaşmak. O taraftan bu tarafa, derine daha da derine inmek. Girişte bahsettiğim çocukluğun iki yüzünden biri gibi. Çocukluk içindeki kendinden queer anlamlar, bu anlamları deşme çabası vs. En çok biz birbirimizi anlarız diyebilen dışlanmış arkadaşlar kümesi, anne ve oğul (Joyce-Will) ve iki kız arkadaş (Barbara-Nancy) arasındaki kız kardeşlik, örtük lezbiyenlik, duygu gücü, güven ve işbirliğine dayalı tekil varoluşlar (Hopper-Eleven) vs…
Ve nihayetinde her şey bağlantılıdır fikri. İster elektrik olsun ister mikrobik, ya da duygu düzeyinde ve yoldaşlık gereği: her şey bağlantılıdır! Hele ki hayatında en az bir kez tuhaf olarak çağrılmış her birimiz için diğerinin anlaşılması ve diğeriyle iletişim kurulması gereği. Gerçekten bağlantıda olma-olabilme halinin cisimleşmiş hali, hem de en dışlanmışından.
Dizide deney fareleri gibi odalara hapsedilen çocukların kapılarında gökkuşağının olması da boşuna değil. Holokost çocuğu gibi kısa saçla, üstünde tek bez parça elbise, kolunda numarayla ormanlarda dolaşan Eleven’ın belleğimize yakın bir yerlerde ters pembe üçgenle dolaşması da. Simgelere saplanmadan devam etmemek zor o yüzden. Gökkuşağı gemisinde diyeceğim şimdi, affedin: Gökkuşağı gemisinde her çocuğun kendi yeteneğiyle özel olduğu fikrini sorgulatan, kelimelerle değil başka şeylerle de varlığı anlatabileceğimizi gösteren, arkadaşlar ailenin bilmediği şeyleri de anlar diyebilen ve aile kimdir ki- sorusunu klişe ama klasik bir güzellikte soran bir dizi olaylar bütünü diyelim Stranger Things’e. Gerisini de her seyircinin kendi tuhaf hikâyesine bırakalım. Ve umarım diziyi izlemek sadece cool değil, politicially cool! bir şeye dönüşür temennisinde bulunalım.
GZONE DERGİ KASIM 2017 SAYISI’nın tamamını aşağıdaki görsele tıklayarak okuyabilirsiniz.