Dünyanın dört bir yanından seçtiği şarkıları bir araya getirdiği toplama albüm serileri, Dj performansları ve pozitif enerjisiyle tanıdığımız Gülbahar Kültür, bizlere müziğin dışında, aslında ne kadar iyi bir yazar olduğunu hatırlattığı BİR YANGININ KÜLÜNÜ kitabıyla bu ay gündemimize düştü.
1965 doğumlu Kültür, 1979 yılından beri Bremen’de yaşıyor. Türkiye ve Almanya arasında hem gerçek anlamda hem de kültürlerarası mekik dokuyan yazar, BİR YANGININ KÜLÜNÜ kitabında Arife ve Canan isimli iki kadının 90’lı yıllarda geçen aşk hikâyesini anlatıyor.
Okuyucusuyla konuşur gibi, sevgiliye yazılan bir mektup gibi içten yazılmış bu roman, her ne kadar lezbiyen temalı edebiyatın son dönemdeki en iyi yazılmış eserlerinden biri olsa da Gülbahar Kültür, “aşk aşktır” diyor ve bu kitabı sadece o bakış açısıyla değerlendirmekten kaçınıyor.
Gülbahar Kültür sorularımızı yanıtladı…
Röportaj: Murat Renay
Bu röportaj GZONE DERGİ Mart 2015 sayısında yayınlanmıştır…
Gülbahar Kültür, Bir Yangının Külünü gibi aşk üzerine son zamanlarda okuduğumuz en güzel romanlardan birini yazmış olsa da aslında müzikle fazlasıyla içli dışlı olan bir DJ. Ya da biz seni DJ’lik yönünle daha çok tanıyoruz. Doğru mudur?
Türkiye’de böyle bir intiba oluşmuş olabilir ama asıl işi DJ’lik olan birinin yazmaya başlaması değil söz konusu olan. 90’ların ortalarında hayatıma müzik bu denli yoğun girmeden önce ben yazarak yaşıyor ve hayatımı da böyle kazanıyordum. İlk kitabım 1987 yılında Almanca ve Türkçe olarak çift dilli yayınlandı. Çeşitli antolojilerde yer alan metinlerim dışında roman, şiir, masal derken ”Bir Yangının Külünü…” ile birlikte üçü Türkçe olmak üzere toplam 7 kitabım yayınlanmış oldu. İki ay sonra da Almanca bir öykü kitabım yayınlanacak.
Yazılarını yazarken hayal gücünü neler besler?
Aslında gören, duyan insan için çok fazla hayal gücüne ihtiyaç yok. Hayat sana zaten bin bir şey sunuyor. Kötülük açısından örneğin benim aklımın ucundan geçmeyecek şeyler oluyor gerçek hayatta. Yani hayal edip yazabilmem imkânsız. Bunu son olarak Özgecan katliamı bağlamında düşündüm. İyi bir gözlemci olduğumu düşünüyorum. Doğayı, insanı, dünyayı, içinde yaşadığınız toplumu gözlemlemek yazmayı kolaylaştırıyor. Yazan insanın yapması gereken en önemli şeylerden biri okumak. Tabii ki tek başına okumak yeterli değil. Gezmek görmek, başka insanlarla karşılaşmak, özellikle başka kültürlerden insanları tanımak. Kendini keşfetmek, bir derdi olmak, yanıtını arayan sorular, varoluşla ilgili arayışlar… Kısacası insan olmaya çalışmak yolunda karşıma ne çıkarsa ondan etkileniyor, besleniyorum.
KARAKTERLERİ ERKEK VE KADIN YAPARSAM, KİTABI BASACAĞINI SÖYLEYEN YAYINCI OLDU
Berlin ve İstanbul gibi iki güzel şehrin sana ilham verdiği ve romandaki ana karakterler Arife ve Canan kadar yer tuttuğu kesin. Bu şehirler senin için ne ifade ediyor?
Doğayla bağım ilerleyen yaşlarda gelişti. Uzun yıllar kendimi kent insanı olarak gördüm. Metropoller bu anlamda beni hep etkiledi. Berlin ve İstanbul sevdiğim şehirler arasında. Roman kahramanlarını bu kentlere yerleştirdim. Böylece Berlin ve İstanbul‘la olan bağımı da hikâyeye entegre etmiş oldum.
En çok hangi yazarları ve kitapları seversin?
İşte en sevmediğim soruJ İsim vermeyi pek sevmiyorum. İnsanların kafaları zaten çekmecelerle dolu. Olumlu ya da olumsuz verdiğiniz birkaç isimle seni de hemen bir yere yerleştiriyorlar. Oysa yelpaze çok geniş.
Yalnız şu kadarını söyleyeyim. Son dönemlerde uzun yıllar önce okuduğum bazı kitapları tekrar okumaya başladım. Geçenlerde Suç ve Ceza’yı tekrar okudum. İlk kez lise döneminde okumuştum. Kitap aynı kitaptı, ilginç olan aynı okurun bugünkü aklıyla o kitabı okumasıydı. Alman, Rus ve Fransız klasiklerini zaten severdim. Vakit buldukça bunun gibi yolculuklar yapmayı istiyorum. Bir de yıllardır okumak isteyip de bir türlü okuyamadığım kitaplar var. Onları okumak istiyorum. Bu bağlamda Friedrich Nietzsche’nin müziğe olan tutkusunu da konu alan “Die Geburt der Tragödie aus dem Geiste der Musik“ [Türkçesi: Müziğin Ruhundan Tragedyanın Doğuşu] adlı esere başladım geçen hafta. Ağır kitap. Bitmesi zaman alacak. Dengeyi sağlamak için Berlin’den yazar dostum İmran Ayata Mein Name ist Revolution [Benim adım Devrim] adlı ilk romanını göndermiş. Bir yandan da onu okuyorum.
Kitap, aslında “iki kadının aşkı”na ait diye sunulabilir ve cinsel yönelimin altı çizilebilir ama ben okurken eşcinsel veya heteroseksüel, her türlü aşka bir güzelleme gördüm. Katılıyor musun?
Kısa bir süre önce verdiğim bir röportajda “Aşk aşktır“ demiştim. Çok afili bir söz değil ama gerçek bu kadar basit. Mühim olan kimin kiminle ne tür bir aşk yaşadığı değil, bu duyguyu nasıl yaşadığı, daha doğrusu yaşayıp yaşayamadığı. Kitap sırf aşka güzelleme yapan bir içeriğe sahip değil, aşkı insani boyuta indirgeyen ama insanın ayaklarını yerden kesen duyguları da yansıtan bir hikayeyi anlatıyor.
İç seslerle, sevgiliye hitaben yazılan bölümlerle, çok düşünen, çok incelikli, yazım dilinde sesli düşünen, neredeyse okuyucusuyla diyalog halinde bir kitap bu. Hedeflerinden biri de bu muydu?
Yazarken kendime bilinçli olarak böyle bir hedef koymadım ama romanın ortalarına doğru şöyle bir his uyandırmak istediğimin ayrımına vardım: Okuyucular bu hikâyeyi ben onlarla karşılıklı otururken anlatıyormuşum gibi hissetsin. Belki de bu nedenle bütün kitap, tek bir mektuptan oluşuyor. Sanki her bir okuyucuya bir mektup yazmışım gibi. Çünkü mektup çok özel bir şey. Roman 90‘lı yılların ortalarında yazıldı. O yüzden mektup diyorum. Bugün yazmış olsaydım mektup yerine belki e-mail derdim
LGBTİ’lerin daha özgür hale gelmesi sadece aktivizmden değil, onlar hakkında yazmaktan çizmekten, filmler ve başka eserler üretmekten de geçiyor mu sence?
Elbette ama mesele sırf LGBT boyutunda kalmamalı. Bir insanın cinsel yönelimi ne için, kim için tek başına bir kriter olabilir ki? Bütün heterolar sırf yönelimleri aynı diye birbirlerini sever, sayar, gül gibi geçinirler diye bir kanun mu var? Hem kimin kiminle ne şekil yattığından kalktığından kime ne? Ayrıca insan bir sürü özellikten oluşan bir varlık. Onu sırf bir özelliğine indirgemek, zaten başlı başına bir sorun. Saçmalık. Buradan yürümenin doğru olduğuna inanmıyorum. İnsana bir bütün olarak bakmayı öğrenmeli. Başka yolu yok. Kategoriler, kalıplar, ötekileştirmeler, bir millet, bir dil, bir din benzeri yaklaşımlar insanlığın sonunu da hazırlıyor. Bence üretilen eserler bu yönde olabilir ama hiç kimsenin böyle bir misyonu taşıma zorunluluğu da yok. Toplumdaki çeşitlilik ve renklilik vurgulanabilir. Başkasının yaşayış biçimine, tercihlerine saygı duymayı öğreten eserler üretilebilir vs.
Ben başka bir yolu seçtim. Kitapta sanki dünyanın en doğal şeyiymiş gibi Arife ile Canan’ın aşkını anlatıyorum. Bu romanı Arife yerine Arif ile Canan arasında geçen bir aşk öyküsü olarak da yazabilirdim, ki yıllar önce bir yayıncı dolaylı yollardan bu yönde bir öneride de bulunmuştu, o zaman basabiliriz anlamında. Yapmadım. Kitap yıllarca çekmecelerden birinde öylece kaldı. Bu tür bir yaklaşımın sıkıntısı, böyle bir aşk hikâyesini sorun olarak algılayan ya da bunu yargılayan zihniyette. Benim işim, onlarla ya da onların arızalı zihniyetiyle uğraşmak değil, dünyayı birlikte yaşanır hale nasıl getirebiliriz diyenlerle birlikte yürümek. Hayat kısa. Zamanı çok iyi değerlendirmek gerekiyor. Bunun en önemli araçlarından biri de edebiyat ve müzik benim için.